10 Aralık 2009 Perşembe

Solucanda Gizli Şifa Prof.Dr. Ömer ARİFAĞAOĞLU




Bir gün yaşlı bir amca, kucağında 8–10 yaşlarında baygın bir kız çocuğuyla sağlık ocağına geldi ve çocuğun son günlerde çok fazla istifra ettiğini, ishali olduğunu belirterek, onu imkânsızlık sebebiyle ancak bayıldığında sağlık ocağına getirebildiğini söyledi. Küçük kızın tansiyonu epeyce düşüktü; bu sebeple ona hemen serum taktık ve ayılmasını beklemeye başladık. Kısa bir müddet sonra kızcağız kendine geldi. Dedesi çok mutlu olmuştu. Aylardan ağustos idi. Küçük kızda bağırsak iltihabı olduğunu düşünerek, reçeteye mikrop öldürücü ilâçlar yazdım. Çocuk ayağa kalkmıştı ve artık onu evine gönderecektim. Muayene odasının kapısına doğru yönelen çocuk, büyük bir öğürtü ile kustu. Ancak o da ne?!.. Çocuğun ağzından 20–25 santim uzunluğunda, tıp dilinde Askaris denen yuvarlak bir solucan fırlamıştı. Böyle bir hâdiseyle ilk defa karşılaşıyordum. Solucan yerde hareket edebiliyordu. Demek ki çocuğun zayıf olmasının ve istifra etmesinin sebebi vücudundaki solucandı.

Bu yaşanmış hikâyecikte olduğu gibi, bazı solucan türleri, insan vücuduna yerleşmekte ve bilhassa beslenme eksikliğine ve kansızlığa sebep olmaktadır. Ancak hemen bütün solucanları suçlamayalım. Aksine büyük bir kısmı toprakta ve değişik ziraî ürünlerde yaşayan bu küçük canlılardan Lumbricus türü toprağı havalandırmada vazifelendirilmiştir. Solucan dendiğinde birbirinden farklı üç büyük grup canlı akla gelmelidir. Halkalı solucanlar (Annelida), Yuvarlak solucanlar (Nematoda) ve Yassı solucanlar (Platyhelminthes) olarak ayırabileceğimiz bu gruplar içinde parazit yaşayanlar, genelde yuvarlak ve yassı solucanlardır. Bildiğimiz mânâda sert bir iskeletleri olmayan, ancak sağlam bir deri-kas kılıfıyla korunan bu canlıların el, ayak, beyin, göz ve kulak gibi organları da yoktur. Ancak her varlığa ihtiyacına en uygun donanımı veren Kudreti Sonsuz, solucanlara da yaşadıkları ortamda ihtiyaç duyacakları bütün teçhizatı farklı yapı ve şekilde ihsan etmiştir. Dış ortamdaki değişikliklerin farkına varmaları için, solucanların da kendilerine göre çeşitli duyu hücreleri ve ip merdiveni şeklinde, çok sanatlı sinir sistemleri vardır.

Bir canlı olarak bütün ihtiyaçları karşılanan solucanların bazı türleri, niçin insanlara ve bazı hayvan türlerine musallat edilmiştir? Acaba insan bağırsağında yaşayabilen parazit solucanların faydalı yönleri de olabilir mi? Hakir, pis ve iğrenç gördüğümüz bu canlıların yaratılışlarında ne gibi hikmetler vardır?

Bağırsak solucanlarının bilhassa iki türü (Necator americanus ve Ascaris lumbricoides) sık olarak hastalık yapmaktadır. Bildiğimiz mânâda bir beyni bile olmayan bu canlılar, bağırsaklarda erişkin solucan oluncaya kadar bütün beslenme ve hayat şartlarını biliyormuş gibi çok enteresan safhalardan ve yollardan geçmektedir. Bu hayat safhalarını takip ettiğimizde ancak bir akıl ve şuurla yürütülebilecek karmaşık süreçlerle karşılaşmaktayız. Solucanların böyle bir ilim ve kudreti olmadığından, onların bu mu'cizevî hayat tarzları ister istemez bizleri hayrete sevk etmektedir.

Ankilostomia hastalığına yol açan Necator americanus isimli yuvarlak ve kancalı kurtlar, yaptıkları toprak ile temas eden deri bölgesini delerek vücuda girer. Gözle görülemeyen bu kurtçuklar toplardamar ve lenf damarlarıyla akciğere gelir. Bu damarlar içinde akan kırmızı ve beyaz kan (lenf) dolaşım sisteminin düzeni gereğince önce kalbe ve arkasından akciğere uğrar. Akciğer kılcal damarları küçük ve dardır. Kurtçuklar buraya takılıp ileriye gidemeyecekleri için, kılcal damarları ve akciğer dokusunu delerek akciğer hava keseciklerine (alveollere), buradan da yukarıya tırmanarak hava yollarına (bronşlar ve trakea) ulaşır. Nefes borusunu (trakea) delerek yemek borusuna, oradan mideye ve bu uzun seyahatin sonunda da bağırsaklara geçerler. Bağırsak yüzeyine (mukoza) vantuzlarıyla yapışıp tutunarak burada erişkin kancalı kurt hâline gelirler. Bağırsak mukozasından kan emerek beslendikleri için, bunların bulundukları bünyede kansızlık ortaya çıkar. Kancalı kurtlar yumurtalarını bağırsak içine salar. Dışkı ile toprağa düşen yumurtalar, burada açılır ve çamurda çok küçük kurtçuklar oluşur. Bunlar aynı hayat serüvenini yaşamak için, yalınayak üzerlerine basacak bir insan ayağı beklerler.

Ascariasis hastalığına sebep olan yuvarlak solucanlardan Ascaris lumbricoidesin yumurtaları ise, iyi yıkanmamış marul, yeşil soğan gibi çiğ yenen sebzelerle veya pis sularla ağızdan alınır. Sindirim kanalı boyunca ilerleyen ve mide asidinde parçalanmayan bu yumurtalar, bağırsaklarda açılır ve içinden kurtçuklar çıkar. Bu küçük solucanlar vazifelerini biliyormuşçasına bağırsak duvarını delerek, buradaki sindirilmiş besinleri toplayan kan damarlarına geçerler. Daha sonra bu damarların toplanarak birleştiği (bağırsaklardan besin maddelerini karaciğere götüren) vena porta (kapı toplar) damarına geçerek karaciğere gelirler. Giderek büyüyen bu kurtçuklar, karaciğer kılcal damarlarında takılırlar. Damarı ve karaciğer dokusunu yukarı doğru delerek, karaciğer ile akciğer arasındaki diyafragma kasına ulaşır ve burayı da geçerek akciğer yüzeyine ulaşırlar. Akciğerlerin dış yüzeyini bir burgu gibi yavaş yavaş delerek içeriye doğru ilerleyen solucanlar, nihayet akciğer hava keseciklerine (alveollere) gelir. Aynı kancalı kurt gibi önce soluk borusuna, oradan delerek yemek borusuna, mideye ve en sonunda bağırsaklara gelip yerleşirler. Bağırsaklarda bu defa erişkin solucan olarak yaşarlar. Kişinin aldığı besin maddelerine ortak olduklarından, girişteki küçük anekdotta zikredilen kız çocuğunda olduğu gibi beslenme ve büyüme problemine yol açarlar.

Her iki bağırsak solucanının yavruları olan kurtçuklara, hiç şaşırmadan ilerledikleri yollardaki davranışlarına ait bilgiyi, harita ve yol mühendisliğini kim öğretmiştir? İnsan gibi en üstün yaratılmış varlığın vücudunda gezinen küçük kurtçuklardan haberimiz bile olmuyor. Kancalı kurtlar topraktan, deriyi delip içeriye girerken deride hafif bir kaşıntı ve nefes borusunu delip yemek borusuna geçerken geçici bir öksürük nöbeti dışında herhangi bir belirti vermeden yollarına devam ediyorlar.

Bu esrarengiz solucanların ne gibi hikmeti olabilir sorusunu tekrar hatırlatırsak; son zamanlardaki lâboratuvar çalışmalarında, enteresan bir netice olarak, çocuklarda geçirilmiş parazit hastalıklarının astım gibi alerjik hastalıkların gelişmesini önlediği ve hattâ bunların tedavisine vesile olduğu keşfedildi.

Nottingham Üniversitesi'nden Dr. Pritchard kanımızı emen solucanların zannettiğimiz kadar kötü olmadığını buldu. Bunu destekleyen çok sayıda ilmî makale yayımlandı. Öyle görünüyor ki, Şâfi-i Alîm bu parazitleri hikmetsiz yaratmamış, ekolojik dengedeki bilemediğimiz rolleri dışında, vücudumuzdaki alerjik reaksiyonları azaltıcı bir vazife de vermiştir. Türkiye'de Doğu Karadeniz ve Çukurova bölgesinde çıplak ayakla tarlada çalışan insanlarda bu parazit hastalıkları sık görülmektedir. Papua Yeni Gine'de çalıştığı yıllarda parazit taşıyan insanlarda alerji olmadığını fark eden araştırmacı, solucanların, konakladıkları insandaki alerjik reaksiyonları kıran bir mekanizmayı harekete geçirdiklerini bulmuş. Dr. Pritchard, teorisini ispat etmek için alerji şikâyeti olan (kendisinin de aralarında bulunduğu) 15 kişiye 10'ar adet kancalı kurt bulaştırmış. Parazit bulaştırılan kişilerdeki bütün alerjik belirtiler altı hafta sonra kaybolmuş. Dr. Pritchard, bulaştırılan kurt sayısının fazla olmasının mide ağrıları ve ishale sebep olduğunu ancak 10 kurt verilen hastaların hâllerinden şikâyetçi olmadıklarını söylüyor. Bu insanlar alerji belâsından kurtulmalarına rağmen kurtlarını muhafaza etmek istiyorlarmış. Dr. Pritchard'a göre vücuda parazit verilerek tedavi edilebilecek, alerjik rinitten astıma, Crohn hastalığından artritlere kadar yüzlerce bağışıklık sistemi hastalığı mevcut. Dr. Pritchard'ın solucan çalışmasını duyanlar internette parazitle tedavi grubu bile kurmuşlar. Meksika'da faaliyet gösteren bir klinik, kendisine başvuran alerjik hastaları solucan bulaştırarak tedavi etmeye başlamış.

Kronik alerji gibi birçok otoimmün rahatsızlıktan muzdarip, dertlerine derman bulamayan milyonlarca insan, gerçekten çok çaresiz durumdadır. Alerjilerimizden kurtulmak için tabii ki hemen kendimize parazit bulaştırmaya kalkmayacağız. Ancak Allah'ın her yaptığında ve yarattığında mutlaka bir hikmet vardır mucibince, bu bilgiden istifade edilebilir ve solucanlar kullanılarak bazı ilâçlar da geliştirilebilir. Belki de bu şekilde astım başta olmak üzere, rinit, atrtit gibi pek çok otoimmün kaynaklı hastalığı solucanlardan öğrendiklerimizle tedavi edebileceğiz.

Beyin Prof.Dr. Arif SARSILMAZ

Bütün duyu organlarından gelen sinyalleri alıp değerlendirme; kas, eklem ve kemiklerin hareketini yönlendirme; iç organların işleyişini düzenleme gibi birçok vazifenin yerine getirilmesi için yaratılmış, kâinattaki en kompleks nesne olarak bilinen insan beyni ve sinir sistemi hakkında hâlâ birçok meçhul husus bulunmaktadır. Bununla beraber, bilinenlerin çok az bir kısmı bile bu mu'cizevî organın mükemmel yapısı hakkında ciddi fikirler verir.

Bir insan vücudundaki bütün sinir liflerinin toplam uzunluğu 768.000 km. kadardır (Dünya'dan Ay'a gidiş-geliş mesafesi). Bir sinir hücresi aynı ânda 200.000'den fazla bilgiyi nakledebilir. İnsan vücudundaki bütün sinir hücrelerinin toplamı 30 milyar kadardır; bunun 10 milyarı beyin kabuğunda, 10 milyarı da, beyincik kabuğunda yer alır. Doğumdan itibaren her gün sinir hücrelerinin 50.000–100.000 kadarı kaybedilir; bu rakamlar sizi korkutmasın, zîrâ 70 sene yaşayan bir insanın ölen sinir hücrelerinin toplamı 1,5–2 milyar kadardır. Rabb'imiz 30 milyar sinir hücresi verdiğine göre, kaybedilen hücreleri normal bir yaşlanma süreci olarak değerlendirebiliriz. Mukayese edersek, sineğin beynine bir milyon, farenin beynine de 100 milyon sinir hücresi yerleştirilmiştir.

Yeni doğmuş çocukta 400 gram olan beyin, bir yılın sonunda 800 grama, dördüncü yılda da 1.200 grama ulaşır. Erginlerde erkek ve kadınlar arasında beyin ağırlığı bakımından biraz farklılık vardır. Kadınlarda beyin ağırlığı 1,230–1,306 gram arası normal kabul edilirken; erkeklerde 1,379–1,434 gram arası normal kabul edilir. İnsan beyninde sadece nöron dediğimiz esas hücreler değil, bu hücreleri koruyucu glia adı verilen bağlayıcı ve araları doldurucu yardımcı hücreler de vardır ki, bunların sayısı bir trilyondur. Nöronların boyu çok değişkendir; mm. ile ölçülenler olduğu gibi cm. ile ölçülebilecek kadar uzun olanlar da vardır. Bir sinir hücresi ile diğer sinir hücresi arasındaki bağlantı ve temas noktalarına sinaps adı verilir. Bazı araştırmacılara göre beyin faaliyetleri arttıkça hücreler arasındaki bağlantılar da artmaktadır ve zekânın gücü bu bağlantıların fazlalığı ile doğru orantılıdır. Bir nöronun diğerleri ile binlerce sinaps yaptığı gösterilmiş ve sinir hücrelerinin toplam 100 trilyon sinaps yaptığı hesaplanmıştır. Sinaps bağlantıların mümkün olabilecek kombinasyon çeşitleri hesaplandığında, bu rakamın kâinatta mevcut atomların sayısından (1079) daha fazla olduğu görülür. Tabii ki bu rakamlar beynini tatile çıkarmamış, devamlı okuyan ve düşünen insanlar içindir. Sadece bir hatırlama hâdisesi için bile, 10 milyon–100 milyon sinir hücresi aktif hâle geçmektedir. Herhangi bir sinir aksonundan (sinir hücre gövdesinden çıkan kalın uzantı) bir saniyede peşi peşine 1.000 kadar uyartı geçirilebilir.

'Ön beyin' veya 'büyük beyin' (cerebrum veya embriyoda telencephalon) denen iki yarım küreden ibaret 'asıl beynin' % 87'si beyin dokusundan, kalan kısmı da koruyucu örtüler ve diğer dokulardan ibarettir. Kaba anatomi açısından baktığımızda esas beynin % 55'i kabuk veya korteks olarak bilinen dış kısımdan, % 45'i de medulla veya öz dediğimiz iç kısımdan ibarettir. Her iki beyin yarımküresinin toplam yüzey alanı 2.200 cm2 kadar olup, korteksin kalınlığı 1,3–4,5 mm arasında değişiklik gösterir. Korteksin toplam hacmi yaklaşık 600 cm3'tür. Korteksteki 10 milyar hücrenin % 80'i piramit şeklindeki hücrelerden, % 20'si de, yıldız şekilli hücrelerden yapılmış olup, kendi aralarında altı ayrı tabaka hâlinde dizilmiştir.

Beyin korteksinin nöronlarından on misli daha fazla sayıda glia (yardımcı, yapıştırıcı) hücreleri bulunur. Bunlar büyüklüğü 6–8 µm olan oligodendrositler ile 10–25 µm büyüklüğündeki astrositlerdir. Korteksin 1 mm3'ünde 10.000 nöron, 100.000 glia hücresi ve 1 milyar sinaps bulunur. Bütün korteksteki sinir liflerinin toplam uzunluğu 300.000–400.000 km'yi bulur. İki beyin yarımküresinin korteksi arasında mevcut yollarda saniyede 4 milyar bilgi alışverişi yapılır. Korteks üzerinde 200 kadar özel merkez vardır ve bütün korteksin % 90'ı neokorteks kısmına aittir. İnsanların % 98'inde konuşma merkezi sol beyin yarım küresi üzerindedir. Beynimiz en sakin hâldeyken veya konuşurken bile kan dolaşımı açısından tam olarak aktiftir ve dolaşım sisteminden beslenmesi için gerekli olanın % 100'ünü alır. Yapılan faaliyete göre beynin kan ihtiyacı artar. Okurken veya bir şeye temas ederken bu kan miktarı % 104'e, bir şey hakkında düşünürken % 110'a, hesap yaparken % 112'ye, el hareketleri yaparken ve ağrı çekerken % 116'ya yükselir.

Beyin ile duyu organları ve kaslar arasında sürekli bir bilgi akışı vardır. Bu sayede dış dünyadan haberdar olur ve gerekli cevapları üretiriz. Duyu organlarından beyne her saniye gelen bilgileri sınıflandırırsak, ortaya enteresan rakamlar çıkar ve buradan da hangi duyunun hayatımızda daha çok yer işgal ettiğini anlayabiliriz. Bilgisayarlarda bu bilgiyi ölçme birimi olarak bit kullanılmaktadır. Beyni bir bilgisayar kabul edip, onun bir saniyede muhatap olduğu bilgi girişini bit/s olarak ifade edecek olursak: Görme duyumuzdan 10.000.000 bit/s, işitme duyumuzdan 1.000.000 bit/s, dokunma duyumuzdan 400.000 bit/s, sıcaklık duyumuzdan 5000 bit/s, iç heyecan ve duyularımızdan 1000 bit/s, koklama duyumuzdan 20 bit/s, tatma duyumuzdan 13 bit/s beyne doğru bilgi akışı yapılmaktadır. Bu bilgiler beyinde değerlendirilerek kaslara yapmaları gereken işler hususunda emirler gönderilir. Beyinden kaslara giden bilgi akışının nispetleri farklılık gösterir. Beyinden çıkan emirlerin tamamını % 100 kabul edersek, bunun % 32'si iskelet kaslarına, % 26'sı ellere, % 23'u konuşma ile ilgili kaslara, % 19'u ise yüzdeki mimiklerin ortaya çıkarılmasında iş görecek kaslara gönderilir.

Her saniye sinir sistemi vasıtasıyla beyne gönderilen 1 milyar ile 100 milyar bit'lik bilgi bombardımanı içinden hangilerinin ne kadar süre saklanacağı hususundaki faaliyete hafıza denir. Beynin hafıza fonksiyonu ile ilgili çeşitli teoriler mevcuttur. Bunlardan bugün için en makbul olanına göre; beynimize saniyede giren bilginin miktarı ve işlenme hızının büyüklüğü ile hafızada saklanma süresi arasında bir münasebet vardır. Meselâ beynimize 16 bit/s hızında ve toplam olarak 100–400 bit'lik bir bilgi gelirse, bu ancak kısa süreli hafızada -yani 6–25 saniye- saklanabilir. Eğer bilgi 0,1 bit/s hızla iletilir ve 1000–10.000 bitlik bir kapasiteye sahipse, orta süreli hafıza olarak beş dakika ile 24 saat arası hafızada tutulur. Şayet bilginin akış hızı 0,03–0,1 bit/s arasında ise ve bilgi 10 milyar–100 trilyon bit'lik kapasitede ise, büyüklüğüne göre günler, aylar ve yıllarca hafızada saklanır veya hiç unutulmaz.

Sakin bir hâlde iken ergin bir insanın dakikada 250 ml oksijen ihtiyacı vardır. Beyin bunun % 20'sine, yani dakikada 50 ml oksijene ihtiyaç duyar. Beynin 100 gramlık dokusu ortalama olarak dakikada 3,5 ml oksijen harcar. Sadece korteksin tamamı dakikada 10 ml oksijen ister. İç tarafta kalan beyaz madde kısmı ise, çok az oksijenle (1 ml/dak) iktifa eder. Şayet gerekli oksijen zamanında gelmezse 8–12 saniye sonra şuursuzluk ve baygınlık hâli oluşmaya başlar. Oksijensizlik 3–8 dakika sürerse (bünyeye göre fark eder) beyinde geri dönüşü mümkün olmayan hasarlar meydana gelir. Oksijensizlik 8–12 dakikaya çıkarsa, beyin ölümü vuku bulur.

Oksijenin aksamadan beyne yetiştirilmesi için, sakin hâldeyken kalbin dakikada 780 ml kan taşıması gerekir. Bu açıdan kalbin faaliyetinin % 15'i beyne ayrılmaktadır. Beynin ağırlığı vücudun ancak % 2'si olduğu hâlde, kanın % 15'ini alması, oksijen ihtiyacının önemini belirtir. Sigara içenlerin beyni bu oksijenin % 20–30 kadarını eksik almaktadır.

Bu yazıyı okurken beyninizde milyarlarca hücre bir taraftan okuduğunuzu anlaya çalışıyor, bir taraftan kaslarınızın duruşunu kontrol ediyor, bir taraftan gözünüze çarpan görüntüler, kulağınıza gelen sesler, bağırsaklarınızdaki hareketler, sırtınızda kaşınan bir sivilce, ayağınızı sıkan ayakkabı vs. her şeyden haberdâr olarak, ehemmiyet sırasına göre cevap üretmeye çalışıyor; bir taraftan da bazı bilgileri hafızaya kaydederken, eski yaşadıklarınızdan bazı şeyleri hatırlama gayreti gösteriyor. Bütün bunlar şuursuz atom ve moleküllerin bir araya gelerek nöronları meydana getirmesiyle, onların da kafa kafaya verip bir beyin inşa edelim demeleriyle meydana gelebilir mi? Medeniyetler kuran, icatlar yapan, konuşan, düşünce ortaya koyan organik bir terkip olan beyin, kendi kendine veya tesadüfen bir sistem ve düzen meydana getirebilir mi? Beyne göre çok basit sayılabilecek bilgisayarlar, kendi kendine çiplerin, elektrik devrelerinin vs. diğer parçaların tesadüfen bir araya gelmesiyle ortaya çıkabilir mi?

Devam Eden Sır M. CAN





Asrımızda ilim ve teknik baş döndürücü gelişmeler kaydetmiş olmasına rağmen, kuşların havada yollarını nasıl tayin ettikleri hususu, ilmin bazı yönleriyle hâlâ izah edemediği meselelerden biri olarak esrarını muhafaza etmektedir. Meselâ Antartika deniz kırlangıcı altı haftalık iken doğduğu yeri terk eder, Antartika'dan 11000 mil uzaklıktaki yurdunu bulur, orada kıştan sonra hâlâ bilinmeyen yol ile, tekrâr yazın aynı kuzey bölgesindeki yuvasına geri döner. Kalb ve kanatları ile bir harika olan bu kuş yıllardan beri insanlığın hâlâ cevap bulamadığı bu yol tayini işini küçücük beyni ile nasıl çözüyor?

Yunan filozofu Aristo, Bahçe Kızılkuyruğu (Phoenicurussphoenicurus) denilen bir kuş cinsinin değil de bir Karatavuk cinsi Turdus migratorius'ların kışın kaybolduğunu farketti ve sonbaharda Karatavukların Bahçe Kızılkuyruğu şeklini, ilkbaharda ise tekrâr eski hallerini aldığı neticesine vardı. Romalı bir tabiatçı olan Pliny'de bu fikri benimsedi ve daha ileri giderek Kırlangıçların da kurbağa şekline dönüştüğünü zannetti. Onları bu acaib fikirlere iten sebep büyük bir kuş sürüsünün, bilhassa küçük kuşların geceleyin göç etmeleri idi. Akşam burada iken sabahleyin gitmişler. O zaman kuşların geceleyin uçmadığı zannediliyordu, o halde onlara ne olmuş du?

Ancak 18. asırda ornithologlar (kuş ilmi ile uğraşanlar) kuşların geceleyin de uçtuklarını tesbit edebildiler. Bir "gözlemci" bir saat zarfında takriben 9000 kadar kuşun uçtuğunu müşahede etti. Bu olay kuşların göçü ve yön tayini ile ilgilenen ilim adamlarını uyandırdı.

Şüphesiz, bu incelemeler sonucu göç ve yol tayininin kuşların sevk-i ilâhîsi ile yakın alâkalı olduğu sonucuna vardılar. Muhtemel yuva-bulmadaki dünya kayıtları küçük Manx yelkovanı adı verilen kuşlar tarafından tahakkuk ettirildi. Bunlardan birçoğu Gal yakınlarındaki yamaçlardaki yuvalarında yaşamaktadırlar. Bu kuşlardan bir tanesine halka geçirilip Amerika'nın Boston şehrine getirildi ve buradan 1952 yılının 4 Haziranında salıverildi. 12 Gün 12 saat sonra 16 Haziranında 3050 millik uçsuz-bucaksız Atlantik Okyanusunu geçerek saat 13.30 da Gal kıyıları yakınlarında Skokholm adasındaki yuvasına doğru uçtuğu görüldü.

Geçtiğimiz asırda kuşlar hakkında bazı gerçekler elde edilirken ancak son 25 yılda kuşların yukarıda anlatılanları yani yol tayinini nasıl başardığı hakkında bazı malumatlar elde edilebilmeye başlandı. Onlara yol gösteren nedir? Kutup yıldızı mı? Güneş mi? Rüzgar mı? İklim mi? Yerin manyetikliği mi? Bunlardan hangisi onlara doğru yönü tespit ettiriyor?

Kuşların yol tayininde İleri bir adım Alman ornitholog tarafından atıldı. Gustay Kramer fikri için bir test yolu kurdu. Aklına, rasgele olarak kuşların yolunu güneş ile tayin ettikleri fikri geldi. Göç zamanı geldiğinde kafeste sıçrayan bir kuşun rahatsızlığının farkına vardı. Birkaç sığırcık kuşunu daire şeklinde pencereleri sadece gökyüzünü görebilen büyük bir çadırın içine koydu. Daha sonra kuşların durumunu tesbite koyuldu. Gördü ki kuşlar devamlı olarak yönlerini göç istikametinde tayin ediyorlardı.
Göç eden kuşlardan bazılarının uçma şekilleri
Pençeleri kapattığı zaman kuşlar yönlerini kaybettiler ve değişik istikametlerde uçmağa başladılar. Daha sonra güneşin yerini tutan bir sunî ışıkla çadırı donattı, bu sunî güneşin doğuş ve batışının yer ve zamanını değiştirdi. Kuşlar yine bu sunî güneşten istifade ederek tekrâr göç için yönlerini tayin ettiler. Gustav Kramer, bundan dolayı kendine göre güneş teorisini -güçlü delilleri ile kurdu, fakat arkasında hâlâ açıklanamayan bir sır bıraktı: Bir kuş nasıl oluyordu da kendi kendine güneş ile yönünü bulabiliyordu veya tayin edebiliyordu.

Uzun gün ışığında güneşin gündüz ve bütün yıl boyunca pozisyonunun bilinmesine rağmen, güneşin kullanılmasındaki karmaşıklık aşikardır. Eski bir Cambridge Üniversitesi biyologu olan Prof. Matthevvs, gökyüzü boyunca güneş pasajları ile yönlendirilmeden ötürü meydana gelen güçlükleri tesbit etti. Diğer taraftan, Gustav'ın denemeleri ancak komputerle çözülebilecek karmaşık matematik hesaplamasını gerektiriyordu. Buna rağmen, Gustav, kuşların göç ve yuvaya dönüşlerinin çok hayret verici bir saikle yönlendirildiğine ikna oldu.

Gustav'ın yeterli derecede açıklayamadığı bir tek şey vardı ki, o da karanlıkta yani geceleyin geçen zamanın göç teorisine nasıl uygulanacağı idi. 1955'te çalışmalarının neticesini özetlediği zaman, gece uçuşunun yönü gündüzleyin güneşten tesbit edilebileceği kanaatına vardı ve geceleyin ay veya yıldız hatlarından muhtemel yol tayini olabileceğini ileri sürdü.

Bu oldukça mübhem fikri ornitholog Dr. E.G.F. Sauer, tatminkâr bulmadı. Kendisi bilhassa geceleyin uzun mesafelerde uçan kuşlarla ilgilenmekteydi. Sauer seri gece denemeleri yaptı. Göç mevsimi sırasında kuşları gruplar halinde sadece yıldızlı semayı görebilecekleri kafeslere yerleştirti. Kuşlar gece gökyüzünde yıldızları gördükleri anda kafes İçinde değişik yönlere uçmağa başladılar. Sauer, herbir kuşun aynen pusulanın ibresi gibi mutad göç yönünde bir durum aldıklarını tesbit etti. Hatta o, kuşların tüneklerini döndürdüğü halde onlar tekrâr israrla tercih edilen yöne dönüyorlardı.

Dr. Sauer daha sonra aynı kuşları sun'i yıldızlı gökyüzü olan kubbenin içine yerleştirdi.
Gece ve gündüz göç eden kuşlar vakti nasıl arıyorlar?
Kuşlar tekrâr Afrika yönüne doğru uçuş için yönlenmeye başladılar. Kubbeyi döndürüp yıldızları yanlış yöne getirdiğinde kuşlar da buna bağlı olarak yanlış yöne doğruldular. Dr. Sauer diğer bazı denemeleri sonucu, kuşların güneş ve yıldızlardan faydalanarak yönlerini tayin ettiklerini teyit etti.

Diğer taraftan, Prof. Matthews göç mekanizmasının hâlâ biyolojinin en önemli sırlarından biri olarak kaldığını naklediyor. Bundan başka, Prof. Mathews'ın bize, detaylı çalışma ve deneylerin ilmin bu dalında başladığından beri çok az bir İlerleme kaydedildiğini hatırlatıyor. Dr. Sauer gece göçü sırrını bulup ortaya çıkarmayı kafasına koymuştu.

Yirmibeş yıldan beri kuşların göçü üzerinde çalışmakta olan ilim adamları göçe yön veren kutup yıldızı olabileceğini kabul ettiler. Bazı cihazlar herbir göç kuşunun o küçücük beynine Kâinatın Nâzımı tarafından monte edildiğini, doğumları ile birlikte bunun programlandığı gerçeğini iki kere iki dört edercesine ispatlamaktadır. Son olarak Fransız tıp profesörlerinden Maunce Bucaılle "La Bible le Coran, et la science" (*) isimli eserinde bu mevzuyla alâkalı şunları söylemektedir. "Zira hayvanın genetik kodunda kaydedilmiş, gerçek bir göç programı vardır ve çok karmaşık ve çok uzak güzergâhlarda yol almayı, ancak böyle bir programlama ile açıklamak mümkün olur. Çünkü daha önce hiç bir tecrübesi olmayan, yardımcısı da bulunmayan yavru kuşların, hareket noktasında tesbit edilen tarihte dönmek üzere, bu güzergâhı tamamlamaya kabiliyetli oldukları açıkça ortaya çıkmıştır. Profesör Hamburger, La Puissance et la Fragilite (1) adlı kitabında, örnek olarak, Pasifik Okyanusundaki "mutton-bird"ın ünlü durumunu ve onun, 8 şeklinde 25.000 kilometre uzunluğundaki güzergâhını (2) anlatır. Böylesi bir seyahatin çok karmaşık direktiflerinin, zorunlu olarak kuşun sinir hücrelerinde kayıtlı olması gerektiği kabul edilmektedir. O direktifler, kesinlikle programlanmıştır. Programlayan kimdir?

Balıklar Uyur mu? Prof.Dr. Arif SARSILMAZ

Hayat sahibi olmaları, hareket ve sinir sistemleri başta olmak üzere birçok organ ve dokularıyla insanlara benzeyen hayvanlar, yaratılış ağacının en önemli dallarından birini teşkil eder. Gıda, giyim, ilaç olma gibi birçok hususiyetleri sebebiyle hayvanlar, insanoğlunun ve dünyamızın vazgeçilmez varlıkları durumundadır.

Bu açıdan Kur'an başta olmak üzere bütün din kitaplarında, halk hikayelerinde ve masallarda hayvanlardan bahsedildiği gibi, hayvanlardan daha fazla istifade hususunda bugün ilim dünyasında mühim bir kesim çalışmalarını sürdürmektedirler.

Kur'an da hayvanlardan niçin bahsedilmiş, bunun hikmetini anlayamayanlar birçok hayvanı gereksiz, abes yaratılmış görebilirler.

Bazı insanlar kâinata merak ve hayretle bakarak yaratılmışlar hakkında bildiklerini artırmaya çalışır. Biz de bu yazımızda Allah'ın (cc) hayvanlara verdiği özel kabiliyetlerin bazılarından bahsederek bu sırlı alemin kapısını biraz aralamak istiyoruz.



Balıklar Uyur mu?

Balıkların göz kapağı olmadığından gözlerini bizim gibi kapatmaları mümkün değildir. Dolayısıyla gözlerini hep açık gördüğümüzden onları uyumuyorlar zannedebiliriz, çünkü insanlar uyurken gözlerini kapatırlar. Fakat böyle bir benzetme bizi yanıltabilir. Bu durumda insana da uyumuyor denilebilir. Zira insan da uyurken kulaklarını kapatmaz, ama uyku gelince beyin otomatik olarak seslere karşı kapanır. Kulak açık olduğu halde beyindeki işitme merkezi kapalı olduğundan insan işitemez. Aynı şekilde balıklar da uyurken gözleri açık olduğu halde, beyin ışığa karşı kilitlendiği için balık göremez ve bu durumda balık uyumaktadır.

Balıkların bazısı dibe uzanarak, bazısı da hafif hafif sağa sola sallanarak uyur. Güneşin doğmasıyla birlikte uyananlar biraraya gelerek sürü halinde senkronize bir şekilde yüzmeye başlarlar. Bazı balıklar ise insanlar gibi uyumak için rahat bir yer ararlar. Lapina balıklarının çoğu geceleyin dipteki kumu kazıp içine yerleşir ve sadece solunum için küçük bir delik bırakır. Bazı papağan balıkları ise, bizim yorgan örtmemiz gibi üzerlerini ifraz ettikleri bir mukusla koza gibi örterler ve bu kamuflajla düşmanları olan yılan balıkları da onları farkedemez. Bu şekilde uyuyan balıklar dalgıçlar tarafından el ile kolaylıkla yakalanabilirler.

Hangi Hayvanların Zehiri En Fazla Öldürücüdür?

Birçok canlı için tehlikeli ve öldürücü tesiri olan zehir dediğimiz maddeler, bazı hayvanların en önemli silahıdır. Her canlıya onun bütün hayatı ile uyum içinde olacak bir silah bahşeden Allah, zehiri de bazı canlılara silah olarak vermiştir. Buna ilaveten hem dert hem de derman özellikleri olan bu zehirleri üreten hayvanları, zarar verme ihtimallerine karşı, bilmekte fayda vardır.

Bugüne kadar incelenen hayvanlar arasında Avustralya sularında yaşayan Mavi halkalı ahtapottan daha zehirlisi bulunamamıştır, Papağana benzer gagasıyla küçük bir ısırık atıp buraya zehirini fışkırtan 15 cm boyundaki bir ahtapot, yetişkin bir insanı 1-2 dakika içinde öldürür. Bu zehir tetrodotoksin ismini alan ve avların sinir sistemini felcederek öldüren bir nörotoksin (sinir zehiri) dir. Bu ahtapotun ısırdığı insanın ağzı aniden kurur, şuur kaybı olur ve sonunda solunumu durur.

Tetrodotoksin zehirinin biraz farklı bir çeşidi, Kuzey Amerika'nın batısında yaşayan bir su semenderinde (kuyruklu kurbağa) de görülür. Ancak canlı vücudunda yapılan ve temelde protein moleküllerinden sentezlenen bu zehirler, ısıtıldığında yapısı bozulduğu için tesirini kaybeder, tıpkı yumurtanın piştiğinde katılaşarak mahiyetinin değişmesi gibi. Onun için gerek zehirli balıklar ve gerekse de zehirli semenderler, birçok kişi tarafından pişirilerek rahatça yenilmektedir.

A.B.D. için en zehirli hayvan Hawai denizinde yaşayan iki renkli deniz yılanıdır. Bunun ısırmaları, karada yaşayan yılanlardan daha öldürücüdür. Yaratılış açısından bunun da değişik bir hikmeti vardır; çünkü sürüngenler hava solunumu yaptığından, arada sırada su üzerine çıkarak hava almaları gerekir. Yani deniz altındaki bir avı yakalama savaşını, çok uzun müddet devam ettiremez ve yaralanmış bir avı çok uzun süre takib edip ölmesini bekleyemez. İşte bunun için deniz yılanlarının zehirleri çok güçlü ve âni tesirli kılınmıştır. Kara yılanlarının ise zehiri daha geç tesir eder, çünkü yaralanmış avın ölünceye kadar takip edilmesi, solunum problemi oluşturmaz.

Kara yılanları içinde en tehlikeliler, Asya'nın Kobraları, Afrika'nın siyah mambaları ve Australya'nın Taypanlarıdır. Kral Kobra (Ophiophagus hannah) çok korkulmasına rağmen zehirinin öldürme şiddeti, mavi halkalı ahtapottan daha azdır. Ancak kobranın ürettiği zehirin miktarı çoktur. Kral kobra bir fili yutamadığı halde, fili öldürecek kadar bol zehir üretir. Bunların zehirleri de, avı felçeden nörotoksin yapısındadır. Halbuki çıngıraklı yılanın zehiri hemotoksin (kan zehiri) özelliğine sahiptir. Kan damarlarının ve kanın yapısını bozarak, canlının ölümüne sebep olur, Bütün bu zehirlerin önemli bir faydası da avın öldükten sonra sindirimine yardımcı olarak dokuları parçalamaya başlamasıdır. Isırık yerinde sindirimin başlaması, bir yanma ile kendini belli eder.

Nesli Tükenen Hayvanlar

İnsanoğluna hediye edilen dünyamızı kendi ellerimizle hergün tahrip ediyoruz. Havası, suyu ve toprağıyla yaşanmaz hale getirdiğimiz yeryüzünden, bozulan çevre şartları sebebiyle birçok hayvan, henüz keşfedilmeden yok oluyor. Amazon yağmur ormanları, Allah'ın kudretinin cilvelerinin, canlı çeşitleri olarak en bol sergilendiği bölgelerin başında gelmektedir. Bu ormanların el değmemiş ve henüz girilmemiş kısımlarında dünyanın hayvan ve bitkilerinin % 50'sinin yaşadığı tahmin edilmektedir. Şu anda araştırılmış amazon ormanları 92.000 mil2 olup toplamın sadece % 5-6'sını teşkil etmektedir.

Bu kadar bol ve çeşitli canlıya sahip olmamıza rağmen onların yaratılışındaki ilâhî hikmetleri ve ekolojik faydaları bilemediğimizden acımasızca onları yok ediyoruz. Mesela Hawai adalarında yaşayan Kauai isimli o bölgeye has güzel bir kuşun en son tek bir erkeği kalmış ve kendisi ile çiftleştirecek bir dişi bulunamadığından ona da artık yok olmuş bir tür gözüyle bakılmaktadır.

Buna benzer güzel renkli papağan türleri, Brezilya'da yok olmak üzeredir ve onları kurtarmak için gayret gösteren tabiatı koruma cemiyetleri, elde kalan bir iki erkek veya dişiyi koruyarak onlardan yeni nesiller elde etme yolunda uğraşıyorlar. Keşke bencil ve düşüncesiz insanlık, yaratılmışların kıymetini yok olma derecesine gelmeden takdiredebilseydi...!

En Uzun ve En Kısa Ömürlü Hayvanlar

Yaratıcı'nın her hayvan türüne takdir ettiği ömür süresi, belirli sınırlar içinde olup çok fazla değişmez. Buna göre en kısa ömrü olan hayvanlar, mayıs sinekleri olup dünyada 1,5 saatlik bir hayat sürerler. Bazı türlerin bütün ömürleri bir gün olduğundan birgün sineği ismini almışlardır. Ephemeroptera takımına dahil olan bu böceklerin kısacık hayatlarındaki tek gayeleri, hemen bir eş bulup neslin devamını sağlamaktır.

En uzun yaşayan hayvan ise bugünkü tespitlere göre, bir istiridye çeşiti olan deniz tarağıdır. 220 senelik ömrünü su altında kuma gömülü olarak yaşayan bu hayvanın bir çoğu, maalesef ömürlerini tam olarak yaşayamadan insanlar tarafından toplanmakta ve gıda olarak da tüketilmektedir.

En uzun yaşayan kara hayvanı ise bir Marion Kaplumbağası olup 1918 yılında Mauritius adasında ölü olarak bulunmuştur. Seyşel adalarından 1766 yılında, yakalanarak adaya ergin olarak getirilen bu hayvan 152 yıl sonra ölmüştür.

En İyi Koku Alan Hayvan

Kokular sebepsiz yaratılmadığı gibi onları hisseden koklama organları da hikmetsiz yaratılmamıştır. Gerek düşmanları ve besinleri hissedip tanımada gerekse erkek ve dişinin birbirini bulması hususunda kokuların çok önemli rolü vardır.

Kokuları en uzaktan hissetme rekoru, ipekböceği kelebeğinin erkeklerine aittir. 10-11 km. ötedeki dişilerini kokularından tespit edip bulabilen ipekböceği kelebekleri bu sayede birbirlerini bularak çoğalma imkânına kavuşabilirler. Dişinin karınaltı bezlerinden gramın 10 milyonda biri kadar feromon adı verilen özel maddeler havaya salınır. Bu madde havaya karıştığında erkeğin antenine sadece bir kaç molekül bile gelse kendi türüne ait dişisini tanımada ona kafi gelmektedir. Başka bir enteresan nokta da erkeklerin koklama duyularının sadece kendi türünün dişilerinin salgıladığı kokulara has olması ve başka kokuları hissetme özelliğinin olmamasıdır.

Denizde en iyi koku alan hayvan ise, 7 km'den kan kokusunu alan köpekbalıklarıdır.

Bütün Hayvanlar Rüya Görür mü?

Yapılan araştırmalara göre muhtemelen balıklar rüya görmüyor, fakat diğer omurgalılar büyük ihtimalle rüya görüyorlar. Köpeklerin derin uykudayken hırlaması, bazı hareketler yapması onların rüya görmesinin önemli işaretidir.

Beyin ve sinir sistemleriyle ilgilenen bazı davranış biyologları memeli ve kuşlarda REM uykusu (hızlı göz hareketlerinin görüldüğü uyku devresi) tespit etmişlerdir. İnsanda da rüyalar REM uykusu döneminde görüldüğünden, REM uykusu gösteren hayvanların rüya gördüğüne hükmedilebilir.

Nitekim kedilerin beyninde uyku halindeki hareketleri inhibe eden (durdurucu) merkezler tespit edilmiştir. Bu merkezler tahrip edildiğinde, kedinin uykuda iken fare yakalama hareketleri yaptığı tespit edilmiştir. Fakat tam kesin olarak nasıl rüyalar gördüklerini anlamak için hayvanın kendisine sormaktan başka çare yoktur.

Kirpiklerinizin Dibinde ve Yatağınızda Göremedikleriniz?

Genellikle kuşların ve memelilerin üzerinde yaşayan ve onların kanlarını emerek geçinen kenelerin gözle gördüğümüz büyük türleri yanında ancak mikroskopla görülebilenleri çeşitli allerjik rahatsızlıklara sebebiyet verebilir. Mesela insanın derisi içine yerleşen Sarcoptes türü, şiddetli kaşıntılara yol açan uyuz hastalığının âmilidir.

Saçların dibindeki keseciklerde yaşayan türler, başımızda hafif kaşıntılar yapabilir. Yüzünüzdeki kıl kesecikleri içinde hiçbir belirti vermeden yüzlerce kene taşıyor olabilirsiniz. Kirpiklerin dibindeki keseciklerde yaşayan Demodex folliculorum isimli kene, iki küçük iğneyle kıl etrafındaki folikül hücrelerini deler ve sondaj vurmuş gibi buradaki yağlı salgıları emerek beslenir. Bazen bir kirpiğin dibinde 5-6 tane kene hiç haberiniz olmadan hayat sürebilir. Vücudunuzdan kepek şeklinde dökülen deri hücreleriyle beslenenlerin büyük kısmı, yatak ve yastığınızda yaşarlar ve alerjiye sebep olurlar. Bir araştırma esnasında yapılan sayıma göre bir yastıkta, 2 milyon gözle görülmeyen küçük kenenin yaşadığı tespit edilmiştir.

Bu noktadan başkasının tarağını, havlusunu, yatak ve yastığını kullanırken daha hassas olmamız gerekmektedir. Bu kenelerin vücudumuzda barınmaması için saç ve kirpik diplerini oğuşturarak ve sık olarak yıkamalıyız. Ayrıca makyaj yapmak için kadınların kirpiklerine sürdürdükleri maskara adı verilen boyanın Demodex kenelerinin çok hoşuna gittiği ve fazla üredikleri tespit edilmiştir.


9 Aralık 2009 Çarşamba

Facebook Analizi

Facebook, yani sade bir vatandaş olarak küçük çaplı bir şöhret hayatı yaşama platformu. En azından büyük çoğunluğun kullanım şekli farkında olmasalar bile bu. Konuyu biraz açalım ve facebook a sade bir vatandaş olarak girmekten, şöhretlilerin yaşamına benzer bir kişiye dönüşüm sürecini inceleyelim.

Bir iki arkadaşımız bize facebook u önerir ve hemen gider kaydoluruz. İlk etapta 10-15 arkadaşımız vardır. Genelde bunlar cidden normal hayatta da arkadaş dediğimiz kişilerden oluşur. Zamanla ilkokul arkadaşlarımız, liseden beri görüşmediğimiz arkadaşlarımız, üniversitede gördüğümüzde selam bile demediğimiz sadece kafa salladığımız insanlar da listemize gelirler. Günler ilerler ve artık sokakta gördüğümüzde acaba selam versek mi vermesek mi tam emin olamadığımız kişiler, yüzünü hatırladığımız ama adını unuttuğumuz kişiler bile arkadaş listemizdedirler. Tabi bu arada eski sevgililerimizin bir bölümü, eskiden size yazmış birkaç kişi, etraftan sizi beğenen ama normal hayatta sizinle bağlantı kurması imkansız olan kişilerin de arkadaşlık taleplerine olumlu karşılıklar veririz.Listesinde yüzlerce kişi olsun ki millete ‘bak ben ne popüler insanım’ demek isteyen insanlar da laf olsun diye sizi arkadaş listelerine eklemeye devam ederler. Artık o, bu, şu, herkesle iletişim halindeyizdir. Listemiz bütün bu etapları geçtikten sonra büyük ihtimalle 100 kişiyi rahatlıkla bulmuş olacaktır. Sade bir vatandaşken 20 kişi ile paylaştığımız her şeyimiz artık yüzlerce kişiye açılmıştır.

Şimdi biraz detaylara girelim. Artık yüzlerce kişi sizin yazın plajlarda çektirdiğiniz fotolara bir tık kadar yakındır. Bu yüzlerce kişinin en fazla 30-40 kişisi normal hayatta bu fotoğraflarınıza bakma şansı yakalayabileceklerdir ama artık sizin yazın nerede, kiminle, nasıl, ne yaptığınız bir ünlünün hayatında olduğu gibi yüzlerce kişinin bilgisi dahilindedir. Listenizdeki en az 60 kişi msn ve benzeri iletişim platformlarınızda listenizde değildir ama biz olduklarını varsayalım ve size ‘naber, bana yazın çektirdiğin fotoğraflarını göndersene bakacağım, kaydedeceğim, arkadaşlarıma göstereceğim’ dese tepkiniz ne olur? Büyük ihtimalle ‘höst lannn, ne münasebet benim fotoğraflarım neden sende olsun ki?’ dersiniz. Ama şimdi bu insanların sizden istemelerine bile gerek yok, tek yapacakları iki tık.Eskiden beğendiklerimize ‘photo pls’ derdik ve bir sonuca ulaşamazdık, şimdi her şey çok kolay, iki tık. Sanki karşımda ki sade vatandaş x değil de angelina jolie. Fotoğraflarına ulaşmak süper kolay hatta angelina nın bile yaz tatilinde ki tüm fotoğraflarını bulmak imkansız, tek bulunacak paparazilerin uzaktan çektikleri pek de ne olduğu anlaşılmayan iki poz. Ama artık bol dekolteli pozlarda dahil olmak üzere yüzlerce kişi sizin fotoğraflarınıza sahip olur sizde onların. Herkesin herkeste fotoğraf galerisi olmuştur. Beğendiğiniz bir hatun mu var hemen girin albümlerden bikinili, bacak dekolteli, göğüs dekolteli fotoğraflarından kendinize bir arşiv yapın.

Ama fotoğraflara bakmakla yetinmeme gerek yok. Bir de ‘mesaj atayım bakalım iş çıkar mı?’ demek de çok kolay. Listemde 100 tane insan var hepsine sıradan ‘naber fıstık?’ yazsam bunlardan ikisi ilgilense oh ne ala mualla. Eskiden öyle miydi? Bir kızdan hoşlanacaksın, bir şekilde telefonunu bulacaksın, fazla cesaretin yoksa mesaj atacaksın, yok çok cesaretliysen arayacaksın. Şimdi her şey çok kolay. İki tık mesaj gitti. Hem de psikolojik olarak buradan atılacak bir mesajda göt olmak pek yok. Cep teline ‘naber fıstık’ yazsan belki ters kaçabilirdi ama buradan ‘naber fıstık’ yazmak çok çok doğal. Yani artık millete zarf atmakta çok kolay. İstersen yan masaya içki gönderemediğine buradan gönder, belki bir şey çıkar, neden olmasın? Olmazsa kayıp ne? Sıfır.

Özel hayata ulaşmak ve dedikodu hiçbir zaman bu kadar kolay olmamıştı. Artık her gün telefonda 50 kere konuşanların bile ne konuştuklarını birbirlerinin wall larına yazdıkları yazılardan takip edebiliriz. Mesela birinin vall unda ‘beni arada görüşelim’ yazısını görmek işten bile değil, ya da ‘x çim hastaydın nasıl oldun?’ yazısı. Bu konuşmalar neden telefonda, msn de, ya da direk özel mesajla yapılmazda herkes görsün eğilimi içinde yapılır anlamak mümkün değil. Ama artık herkes ünlü hayatı yaşıyordur. Herkesin diyalogları kamuya açıktır. Abartmıyorum çünkü 100 lerce kişi bir nevi kamudur, ha listenizde cidden arkadaşlarınız olsa durum farklı. Kendi aranızda geyik yaparsınız, eğlenirsiniz, testler çözüp vakit öldürürsünüz falan filan.

Artık kimin sevgilisi var, kim kiminle eskiden çıkmıştı, kimin eli kimin cebinde her şey ayan beyan ortada. Burada eskiyi geride bırakmak yok, zamanla elediğiniz insanlar artık tekrar hayatınızda. Eskiden zamanın doğru bir şekilde elediği insanlar sizin arkadaşlarınızken, fotoğraflarınızı, sohbetlerinizi, geyiklerinizi paylaştığınız insanlarken artık zaman kavramı olmaksızın her şeyiniz herkese açık. En güzeli listenizde sevgilisinden ayrılan kim varsa sabah haberlerinde iki tıkla öğrenebiliyorsunuz. Kalbi kırık onlarca kişi artık ağınıza düşebilir. Ne de olsa en doğru zaman tam da bu zamandır. Acaba angelina jolie ve brad pitt ayrılsa bu kadar hızlı haberimiz olur mu? Belki de sevgilinizin sizden ayrıldığını bile buradan öğrenebilirsiniz. Kavgalısınızdır, konuşmuyorsunuzdur ama umut vardır bir gün bir bakarsınız x is single, ana her şey bitmiş, artık herkese duyurulduğuna göre son nokta bu demek ki ayrıldık diyebilirsiniz. Belki de kavgalı olduğunuzu söylemediğiniz arkadaşınız size tel açar ‘abi siz ayrıldınız mı? der, ‘bugün facebook tan gördüm de senin ki single olmuş.’ Dünyalar başınıza yıkılır mı? Yıkılabilir. Ünlüler basın açıklaması yapar, burada da aynısı aslında. Ayrıldığımızdan sadece yakın arkadaşlarımın haberi olmayacak ki. İlkokul arkadaşımda, arkadaşım vasıtası ile tanıdığım merhabam olan kişide, aynı ortamda bir gece bulunmaktan başka hiçbir samimiyetim olmayan kişilerde, 5 yıldır aynı şehirde yaşamama rağmen hiç görüşmediğim insanlarda hemen haberdar olacaklar. Eskiden biri birinden ayrıldığında bu bilginin yayılması zaman alırdı, artık her şey 1 saniyede yayılıyor. Hatta listenizdeki en az 50 kişi ömür boyu sizin ayrıldığınızdan haberdar olmayacakken şimdi sabahına öğrenecekler. Hemen vampirleri ile boynunuza bir ısırık atıp şanslarını deneyebilirler. Evinize çiçek gönderme riskini almak yerine sanal çiçekleri ile şanslarını deneyebilirler.

Yani facebook bir nevi hayatımdan ‘kimler geldi? kimler geçti?’ platformu olarak tanımlanabilir. Kısa vadede keyifli zaman geçirten site uzun vadede çığırından çıkıp rahatsız edici hale gelebilir. Çocukken oynadığımız ‘kim, kiminle, nerede, nasıl’ oyununun gerçek versiyonu oyunda olduğu kadar masum kalmayabilir. Tüm bu yazdıklarımın dışında facebook bir yandan da süper bir sitedir. Aynı uzunlukta facebook u öven bir yazıyı da yazmam hiç zor olmaz. Bekar bir insanın gözünden yazdığımda, yurtdışında yaşayan birisinin gözünden yazdığımda , sevgili aranan birisinin gözünden yazdığımda hep başka şeyler yazabilirim. Benim önerim facebook u kullanırken çok gereksiz insanları ignore etmeniz (ki karşı tarafa bu sizi ignore etti diye bir bilgi gitmez, fazla samimiyetiniz olmayan insanları limitli yapmanız (ki tüm fotolarınızı, tüm özel hayatınızı normalde açmayacağınız insanlara bu fırsatı vermemiş olun, özeliniz size kalsın. Ayrıca siteyi biraz kurcalarsanız istediğiniz insanları block layabilirsiniz ve onlar sizin sitedeki varlığınızdan bile haberdar olamaz), ve sadece gerçek hayatta tüm bunları paylaşacağınız insanları gerçek listenize alın. Sosyal olayım derken, şöhret olmayın. Özeliniz özel kalmaya, geçmiştekilerde geçmişte kalmaya devam etsin.

Alıntıdır.

TÜRK ÖLÇÜ BİRİMLERİ

1. 'abi geçenlerde bi balık yakaladık nah kolum gibi'
2. 'muhsin abi bi woofer almışım öküz gibi ses çıkarıyo. Mukemmel abi'
3. 'kaç karış?'
4. yol tarifinde bir ölçü birimi olarak yüz metre. 1 yuz metre = 300 metre
5. kedi kadar fare
6. başarılı bir Türk aşçı, Fransa'da bir luks otele transfer edilir.
diger aşçılara bazı tarifler öğretmesi gerekmektedir. geçerler ocağın
başına, bizimki başlar: - bir tutam maydonoz, bir tutam karabiber,yetecek kadar su...
fransiz dayanamaz sorar: - bunlarin bir ölçüsü yok mu?
-bizimki terslenir: - ben ne diyorum? bir tutam olacak demedim mi?
7. 'göt kadar' gibi söylendiğinde sadece Türkler'in anlaması muhtemel, hatta bazen Türk olanların dahi anlamakta zorluk çektiği ve sizin karşınızdaki kişinin nasıl bir ortamda yetiştiği, sosyo kültürel yaşantısı gibi konularda derin tespitler yapmanıza sebebiyet veren ölçü birimleridir.
-kac metrekare lan senin ev.?
-göt kadar ya! ....
8. ayrıca yön tariflerinde de çığır açmış olmaları kaçınılmazdır.
-ne tarafta abi bu dükkan.

-şeyimin istikametinde. , gibi.
9. bir demet maydanoz.
10. iki tutam karabiber.
11. bir diş sarımsak.
12. bir avuç fındık.
13. bir tepeleme çay kaşığı tuz.
14. bir silme çay kaşığı tuz.
15. iki rekât namaz.
16. bir adım yol.
17. bir dünya iş.
18. bir araba laf. vs.
19. aşure kazanı
20. kafam kadar
21. burdan sana kadar, bilemedin kapıya kadar .
22. bir de bunların trakya insanına özgü olanları vardır ki, genelde revaçta olmama nedenleri nezaketsizliktir: iki güzel örneği:
küçük ev = bülbüll büzüğü kadar buna bittim yaa =)
yenilen az yemek = kedi çükü kadar bişey yedim.
23. üç kalem mal.
24. iki satır yazı.
25. bir tek rakı.
26. iki duble rakı.
27. beş posta ... vs.
28. alabildiğince un.
29. kasıktan dize kadar....
30. Türk'ün kendisi ölçü birimidir: Türk kadar kuvvetli, bir Türk dünyaya bedel!
31. kavgaya giderken 'bir kamyon adam' toplanır, sayı belirtmek icin uygun bir sıfattır.
32. çok uzakta: taa anasının .minda
33. çok uzakta: Allah'ın unuttugu yerde
34. çok uzakta: Allahin s...tir ettiği yerde
35. iki bıyık bükümü sağa
36. üç evlek ileri
37. bir zaman ölçüsü olarak sigara:
- hadi ne zaman gidiyoruz?
- sigaram bitince gideriz.
38. bir cimcik un,
39. bir fiske tuz,
40. göz alabildiğine geniş...

Size Süveyş Kanalını ve Özgürlük Anıtını Osmanlı Devleti Yaptırmış Desem Ne Dersiniz?

Özgürlük Anıtı'nın parasını Sultan Abdülaziz vermişti

Tüm dünyanın Amerika'ya ait olduğunu zannettiği Özgürlük Anıtı'nın aslında Osmanlı'nın parasıyla ve emriyle yapıldığını biliyor muydunuz? Mısır'ın Port Said Limanı'na dikilmek üzere Fransız Heykeltraş Bartholdi'ye sipariş edilen anıtın bedeli Sultan Abdülaziz Han tarafından peşin ödenmişti. Hem de 'elinde doğudan yükselen ışığı simgeleyen meşale ve Osmanlı Sultanı'nı simgeleyen yedi sivri uçlu tacı olsun" denilerek…

MAHMUT SAMİ ŞİMŞEK
30 Kasım 1854. Sultan Abdülmecid dönemi. Mısır, Osmanlının bir eyaleti. İçişlerinde bağımsız, dışişlerinde Osmanlı sultanına bağlı. Mısır Valisi Said Paşa, dünyanın en büyük kanallarından biri olan Kızıldeniz ve Akdeniz'i birbirine bağlayan Süveyş Kanalı projesini hazırlatıp onaylaması için Sultan Abdülmecid'e sunuyor. Said Paşa, tasdik gecikince projenin gerçekleşmesi için gerekli şirketin kurulmasını emrediyor. Projeyi onaylamadan vefat eden Abdülmecid Han'ın yerine geçen Sultan Abdülaziz ise denizciliğe önem verdiği için zaten başlamış olan proje için gerekli onayı ve parayı hemen veriyor. İşte o proje içinde bir de heykel bulunuyor. Doğunun, medeniyet ışığından batıyı da faydalandırdığını anlatmak üzere, elindeki meşaleyle yüzünü batıya dönecek bir heykel. O heykel yapılıyor ama konulduğu yer Mısır olmuyor. Evet tahmin ettiğiniz gibi ama önce hikayenin başına dönelim.


KANALA İNGİLİZ ENGELİ
Said Paşa'nın hazırladığı Süveş Kanalı Projesi'nin arkasında Fransa, önünde de -bir engel olarak- İngiltere duruyordu. Zira Akdeniz ve Hindistan'daki İngiliz hâkimiyetini sona erdirebilecek bu kanal, Osmanlının malî gücünün yanında denizlerdeki gücünün de artmasına sebep olacaktı. Bu yüzden İngiltere, Sultan Abdülmecid Han'ı, projeyi reddetmesi için sürekli baskı altında tutuyordu. Said Paşa, bu sebeple Sultan Abdülmecid'in tasdikini beklemedi. 30 Kasım'da Fransız mühendise gereken izni verdi. Fransız sermayesiyle kurulan şirketin hisse senetlerinin tamamı satılınca İngiltere, Osmanlıya baskılarını daha da artırdı. Sultan Abdülmecid ise Said Paşa'nın projesini yıllarca bekletti. Sultan, projenin kendisinne gelişinden yedi sene sonunda Ihlamur Kasrı'nda veremden vefat ettiğinde proje hala onay bekliyordu. Ancak onaylanmasa da ağır aksak ilerlemeye devam ediyordu. İki sene sonra Said Paşa da anîden vefat etti. Yerine geçen İsmail Paşa ise İngiliz taraftarıydı. Fakat bu kanalın Mısır için hayatî önemini fark etmekte gecikmedi ve işe dört elle sarıldı.


Sultan Abdülmecid'in vefatıyla Osmanlı tahtına geçen Sultan Abdülaziz Han'a da İngiliz baskıları devam etti. Ama İngilizlerin unuttuğu bir şey vardı ve Abdülaziz Han donanma ve denizciliğe çok önem veriyordu. Sultan, 19 Mart 1866'da yayınladığı fermanla kanala izin vererek projeyi tasdik etti. Bununla da kalmayıp, Mısır'ın kanal için yaptığı dış borçları devlet garantisi altına alarak, kanal şirketi hisselerine de bizzat kendisi oldukça yüklü paralar yatırdı. Said Paşa ile kanalın mühendisi Ferdinand de Lesseps arasında 1854'te yapılan anlaşma maddelerinde, bir de heykel projesi vardı. Süveyş Kanalı'nın Akdeniz'e açılan sahillerinde bulunan Port Said şehri limanına dikilecek olan dev bir kadın heykeli. Bu heykel, hem Osmanlıyı hem Mısırı temsil edecekti. Bu yüzden Mısır'ı temsîlen firavunlar dönemi kıyafetlerini giymiş kadın heykelinin başında, 7 iklimin padişahı olan Osmanlı Sultanını temsîlen 7 kıta ve 7 denizi simgeleyen 7 sivri uçlu bir taç olacaktı. Elinde de bir meşale tutacaktı. Sultan Abdülaziz Han, heykelin yüzünün batıya dönük olmasını istedi. Zira elindeki ışığı doğudan batıya götürdüğünü, ışığın, medeniyetin, uygarlığın, doğudan yükselip batıyı aydınlattığını simgelemesini istiyordu padişah. Heykelin parası da bizzat Sultan Aziz Han tarafından ödendi. Sipariş, Fransa'nın meşhur heykeltıraşlarından Frederic Auguste Bartholdi'ye verildi. Frederic Bartholdi, Fransa'daki atölyesinde çalışmalara başladı. Heykelin bakır ve çelikten oluşan iskeletini ve mühendislikle alâkalı kısımlarını, Paris'teki kendi adıyla anılan kuleyi yapan Gustave Eiffel ile birlikte tamamladı. Heykele Singer dikiş makinelerinin kurucusu Isaac Singer'in dul eşi Isabelle Eugenie Boyer modellik yaptı.

HEYKEL DEPODA KALDI
Said Paşa'nın ölümünden sonra yerine vali olan İsmail Paşa, bu heykelin Müslüman Mısır halkı arasında hoşnutsuzluğa sebebiyet vereceğini söyleyerek mühendis Ferdinand de Lesseps'e, heykelin Mısır'a getirilmemesi talimatını verdi. Mühendisin, İsmail Paşa'yı ikna çalışmaları fayda vermedi. Nihâyet Kasım 1854'te yapımına başlanılan Süveyş Kanalı'nın Kasım 1869'da açılışı yapıldı. Dünyanın dört bir yanından gelen binlerce insanın katılımıyla oldukça görkemli fakat heykelsiz bir açılış oldu. Çünkü heykel Fransa'da kaldı. Bartholdi'nin bu muhteşem eseri, Fransa'daki bir depoda yapayalnız, akıbetini beklemeye başladı.

"Asyanın ışığı" anıtı
O yıllar, Amerika ile Fransa'nın dostluk yıllarıydı. Karşılıklı hediyeleşmeler sırasında Paris'te kurulan Fransız-Amerikan dostluk grubunun başkanı Edouard Rene Lefebvre de Laboulaye'den, Fransız hükümetine bir teklif geldi: Amerika'ya devasa bir heykel hediye edilsin! İkna edilen Fransız hükümeti, bu heykel için Frederic Bartholdi'yi görevlendirdi. Bartholdi'nin eseri zaten hazırdı. Fransa Hükümetinin istediği heykel, elindeki meşaleye kadar Mısır için hazırlanan heykele benzerlik arzediyordu. Fransa hükümetinden gelen talimata göre heykel, sol elinde "hukuku temsîlen bir kitap" tutacak, sağ elinde de, "Dünyayı aydınlatan özgürlüğün sembolü bir meşale" olacaktı. Yani neredeyse Fransa tarafından istenen heykel, Abdülaziz Han için hazırlanan heykelin aynısıydı. Sadece küçük bir iki değişikliğe ihtiyaç vardı. Bartholdi, heykelin yüzünü tamamen değiştirdi ve annesi Charlotte'nin yüzünü işledi. Özgürlük Heykeli, Fransa tarafından kuruluşunun 100. yılı münasebetiyle Amerika'ya 10 yıl gecikmeyle hediye edildi. Heykeltraş, heykeli 350 parçaya bölerek, İsere adındaki bir Fransız gemisiyle Amerika'ya taşıdı. Newyork limanındaki adalardan birine, daha önce görmeye geldiği Özgürlük Adası'na, kaidesini Richard Morris Hunt'un hazırladığı yere, 4 ay içinde monte etti. Ve 28 Ekim 1886 da açılışını bizzat kendisi yaptı. Heykelin sol elindeki kitap üzerinde Bağımsızlık Bildirgesi'nin ve Amerika'nın kuruluşunun tarihi 4 Temmuz 1776 yazıyor. Heykel 1886 dan beri de Amerika'nın Newyork adalarından birinde bulunuyor. Ve yüzü Sultan Abdülaziz Han'ın isteğinin tam aksine doğuya bakıyor. Lâkin güneş ışığı hâlâ doğudan yükseliyor ve her sabah Özgürlük Heykeli'nin yüzünde parlıyor.